26 Nisan 2020 Pazar

Madalyonun İki Yüzü: Nafaka ve Kıdem Tazminatı





Madalyonun iki yüzü: Nafaka ve Kıdem tazminatı-1


Bugünler çok önemli iki hakkın kaldırılması tartışılıyor. Yeni rejimin rengini daha fazla vurgulayacak kadar önemli bir düzenleme olduğunu düşünüyorum. Zira bu süreç bizler için son derece aşına olduğumuz ataerkil kapitalizmin çıplak şiddetini ortaya döküyor. Bugüne kadar uygulamasında pek çok sorun da olsa muhafazakarlaşarak savunmak zorunda kaldığımız ama gerçekte kısmen uygulanan, Türkiye’deki gibi bir sosyal refah devletinin iki kalıntısı olan koruma tedbirlerinin kaldırılması tartışılıyor. Bu koruyucu düzenlemelerden ilki kıdem tazminatı diğeri ise nafaka hakkı. Ataerkil kapitalist sistemin egemenlerine, yani erkeklere ve sermayeye (ve elbette devlete) sınırsız hareket alanının önünde kısmi bariyer olan ve ilki için sermayedarların, ikincisi için boşanmış erkeklerin bir kısmının “ağladığı” ve üstünde fırtınalar kopardığı bu iki düzenleme için ön görülen değişiklikler ise mekanizması ve sonuçları anlamında bir kabus, bir gerilim filmi kıvamında.

Üç yazılık bir seriye böylelikle başlıyorum. İlk kısımda nafaka, ikinci kısımda kıdem tazminatı ve üçüncüde de erkek egemenliği ile kapitalist sistemin nasıl beraber işlediğini anlatmaya çalışacağım.

Öncelikle nafaka konusuna bakalım, zira bir daha tecavüze maruz kalmamak için bir özsavunma ile tecavüzcüyü öldüren ve 7 senedir hapiste bulunan Nevin Yıldırım’ın, indirimsiz müebbet hapis cezası Yargıtay tarafından onaylanmasının da bu döneme denk gelmesi şaşırtıcı değil. Nevin, itaat etmediği ve tecavüze uğradığı halde kendini savunduğu için hepimize ibret olsun diye cezalandırılırken, kravatlı katiller öldürdükleri kadınların bakire olmamasını öne sürüp indirim alabiliyor bu hukuk sisteminde. Bu ortamda nafaka hakkını konuştuğumuz hatırlatmak istiyorum.

Şiddet ve Boşanma

Nafaka, kadınların ekonomik hakkıdır. Çünkü, kadınlar, evlendikleri dönemde çeşitli nedenlerle iş hayatlarından koparlar. Eğitimlerini bırakabilirler. Çoğu erkek, kadının çalışmasını kendisinin gelirinin ve “aile geçindirme kapasitesine” yani iktidarına yönelik bir aşağılama olduğunu düşünüyor, hala. Kadınların çalışmasından ve kendilerine ait bir bütçesinin olmasından tedirginlik duyuyorlar. Eğer kadın kendi kendine ayakta kalabilme becerisine sahip olduğuna inanırsa ne yaşadığı şiddete ne de baskıya tahammül etmek zorunda kalır, bunu biliyorlar. Zira pek çok kadını, baskı, şiddet, işsizlik, yoksulluk ve emek sömürüsünün ortasında yaşamaya mahkûm eden pek çok dinamik var. Bunlar sadece söylem veya halkın “eğitilememiş-geri kalmış küçük bir azınlığına ait” durumlar değil. Yapılan pek çok araştırma kadınların yaşadığı ev içi fiziksel ve psikolojik şiddetin boyutlarını ortaya koyuyor. Mesela, Türkiye’de medyaya yansıdığı kadarıyla günde 3 kadın öldürülüyor. Hatta şiddetin bahanesi de çok çeşitli. Yıllar önce Şefkat-Der’in yaptığı bir araştırmada erkeklerin kadınlara fiziksel şiddet uygulamak için gerekçeleri arasında olan nedenler, su borusunun donmasından, faturaların yüksek gelmesine; şiddet görürken acıyla bağırmasından, para biriktirmesine kadar uzuyordu. En dikkat çekici neden ise erkeklerin kendi aralarında kim karısını daha iyi döver rekabeti idi. (1)

Kadın cinayetlerini durduracağız platformunun topladığı verilere göre ise 2018 yılında 440 kadın patronları, kocaları, eski kocaları, sevgilileri, babaları, kardeşleri, nişanlıları veya karşılıksız aşk olarak tanımladıkları takıntılı durum içindeki erkekler tarafından veya sadece ceza verme hakkını kendinde gören erkekler tarafından şiddete maruz bırakılarak öldürüldü. 317 kadına ise cinsel şiddet uygulandı. Sadece kadınlara mı, hayır yine aynı raporun verilerine göre 217 çocuk istismarı basına yansıdı, 26 çocuk öldürüldü (2). Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı verilerine göre ülke genelinde yaşamının herhangi bir döneminde eşi veya eski eşi tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılan kadınların oranı yüzde 39.3. Yaşadıkları fiziksel şiddet sonucunda yaralanan kadınların oranı yüzde 25. Yaşadıkları şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı ise yüzde 48.5. Bu da gösteriyor ki bu verilerdeki şiddet gerçeğin çok çok altındaç Cinsel şiddet birçok durumda fiziksel şiddet ile birlikte yaşanıyor, kadınların yüzde 42’si fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldıklarını belirtiyor (3). Erkeklerin kışkırtılmış tahakkümünün, şiddet veya başka biçimlerde oluşturduğu çember bu. Ekonomik gücü ve hayata dair deneyimi olmayan kadınları ne yazık ki içinden çıkılmaz şekilde sarıyor. Şiddetin kadınların fiziksel varlığının yanı sıra psikolojik sağlığına da saldırı olması, kadınların kendi hayatlarına yön verebilecek güçlerini elinden alıyor ne yazık ki. Şiddet, boşanmanın temel nedenlerinden biri olmakla birlikte boşanmak veya ayrılmaya çalışmak da şiddetin nedenlerinden biri aynı zamanda. *.

Şiddet, sadece bireysel olarak erkeklerin bir davranışı değil, tahakküm biçimi olarak iktidarla ve devletle ilişkisi var. Örneğin, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Başkanı Süleyman Arslan’a göre, terör, çocuk istismarı, uyuşturucu bağımlılığı ve kadına yönelik şiddetin aile yapısının bozulmasından kaynaklandığını düşünüyor ve “Bu sorunlar nedeniyle toplum parçalanıyor. Yılda 500-600 bin evlilik olurken, 130 bin boşanma yaşanıyor. Bu terördür, çocuk hakkının ihlali demektir” diyor (4). Kadın cinayetlerinin, şiddetin medya ve hukuk tarafından nasıl bir tolerans içinde karşılandığı ise kadınların en çok yazdığı konu son günlerde. Bu koşullar altında nafaka, kadınların zorbalığa rağmen aile, ev ve mahallelerdeki sıkışmışlığına çok küçük bir çıkış yolu. Bu açıdan nafakanın kaldırılmasına dair her teşebbüs temelinde kadın düşmanlığından besleniyor.

Patriyarkal Pazarlık

Biraz daha akut olan şiddet sorunun altını kazıyalım. Zira, evlilik aynı zamanda ekonomi politiğin alanına giren emek, emekgücü ve sömürü kavramları ile de yakın temas içinde. Dolayısıyla yine üzerinde magazinel haberlerin üretildiği nafaka konusu aynı zamanda ekonomik bir yüze de sahip.

Öncelikle konuyu açmak için birkaç istatistikle başlayalım:

Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göreyse erken evlilik ve nişanlılık nedeniyle eğitime devam edemeyenlerin yüzde 97.4’ü kız öğrenciler (5). TÜİK 2019 işgücü verilerine göre çalışabilir yaşta (15-65 yaş arası) 30 milyon 908 bin kadın var. İstihdamdaki kadın sayısı ise 8 milyon 740 bin, ğöte birden az. Dahası geçen yıl yüzde 13,4 olan kadın işsizlik oranı bu yıl yüzde 16.9 olmuş. Genç kadın işsizlik oranı yüzde 29,3 iken ne istihdamda ne de eğitimde olan gen. Kadınlar toplam kadın nüfusunun yüzde 32,2’sini oluşturuyor (TÜİK, 2019 Şubat). 2015 yılı itibarıyla 1 milyon civarında kadın çocuk bakımı ile uğraştığı için, yaklaşık 112 bin kadın ise yaşlı bakımı yüzünden ‘eve döndü.’(6) 2019 rakamlarına göre ise 11 milyon 127 bin kadın  ev ve bakım işleri nedeniyle iş aramıyor (TÜİK, 2019 Şubat). Kadınlar, çalışma hayatına yeni başlamışken çocuklar yüzünden, çalışmaya başladıktan sonraki zamanlarda ise bu sefer de yaşlı ya da engelli bakımı yüzünden eve dönüyorlar. ’Çocuk bakımı’ gerekçesiyle çalışamayan 260 bin kadın, ‘Kreşler çok pahalı’ diyerek, 900 bin kadın ‘Çocuğuma kendim bakmak istedim’ diyerek açıklıyor durumu. (7) Ancak pek çok araştırmada kadınların kendileri için en iyisinin çalışmamak olduğu fikrinin gerçekliğini sorgulamak için sorulan, “kız çocuğunun evde oturmasını veya esnek çalışmasını ister misin” sorusuna verdikleri yanıtının çok büyük oranda “hayır” olması, kadınların aslında insani koşullarda olmadığı için çalışmadığını ortaya koyuyor. Kadınlar maalesef ki iş hayatında daha eğreti konuma, patriyarkal pazarlık denilen sistem nedeniyle itiliyorlar. Patriyarkal pazarlık ise bir kadının ancak evdeki işleri mükemmel yapabilmesi durumunda işte çalışmasına izin verilmesi.

Erkeklerin evlilik sürecinde kadınların evdeki işleri yapması ve gündelik hayatı çevirmesinden dolayı pek çok kazanca sahip. Mesela, evde çamaşır, bulaşık, temizlik, çocuk bakımı gibi zaman alıcı işlerden muaf oldukları için kadınlardan fazla zamanları var. TÜİK Zaman kullanım anketi 2014-2015 sonuçlarına göre araştırmasına göre bir kadın ortalama olarak günde en az 4 saat 35 dakikasını bu işlere ayırırken erkek sadece 53 dakika ayırıyor. Çalışan kadın, elde ettiği gelirden pay ayırarak işi bir başkasına devredebildiği veya piyasadan sayın alabildiği için 1 saat kazanıyor, ev ve bakım işleri süresi üç buçuk saate düşüyor. Ancak zaten minimum ölçüde ev ve bakım işi yaptıkları ve bu işleri kadınlara devredebildikleri için çalışan bir erkeğin bu işlere ayırdığı zaman 10 dakika fark ediyor. Ücretli bir işte çalışmayan kadınlar ise için yaklaşık 5 saatini ev ve bakım işlerine ayırırken, aynı koşullardaki erkeklerin ayırdığı süre 1 saat. İstatistiklerde ücretli işte çalışmak için ayrılan ortalama zamana baktığımızda bu vaktin altında bir oran görünüyor. Neredeyse bir çalışma zamanı, üstelik tatil günü, sigortası ve emekliliği de yok.

Ayrıca, erkek kadının evde çalışmasından mali bir kazanç da sağlıyor. Zira evde yapılan işler, ücretsiz. Yani yemek, temizlik ve bakım işleri için alışveriş yapması gerekmiyor. Yapılan bir araştırma, kadının yaptığı her işin piyasadan satın alındığı durumda asgari ücretin üzerinde ödeme yapılmasını gerektirdiğini ortaya çıkarmış. Dahası, kadınlar örneğin evde yoğurt veya reçel yaparak, yırtılmış kıyafetleri yenileyerek, en ucuz ihtiyaç ürünü nerede satılıyorsa orayı bulup, alışveriş maliyetlerini de düşürüyorlar. Evde yaptıkları ücretli çalışmayı saymıyorum bile. Zira esnek çalışma biçimleri de kadınlar arasında oldukça yaygın ve çok farklılaşan örnekleri var. Kadınların sınıfsal olarak da evdeki karşılığı ödenmeyen işleri farklılaşabiliyor. Çocukların bakımı, hanenin ekonomik olanaklarına göre biçim değiştirebiliyor. Çocukların bir sosyal sermaye ile büyümesi, yani piyano çalması, bale yapması, Fransızca konuşması vb. faaliyetleri de kadınların zamanlarına göre planlanıyor çoğu kez. Sadece evin içinde gerçekleşmiyor bu performansa dayalı annelik. Eğitim, sosyal hizmet ve sağlık sisteminin ötesinde devletin kalkınma planlarında da bu düzenek hesaplanmış durumda.

Daha çok kadınların üzerinden işleyen nüfusun artırılmasına dayalı kalkınma planları, makro ve mikro düzeylerde kadınların haneye ve çocuk üretimine dayalı hayatlarını bir performans hedefine dönüştürüyorlar. Sadece Türkiye’de değil pek çok ülkede demografik fırsat penceresi denilen dönemler, kadınları evde kalmaya, kariyerinden vazgeçmeye ve çocuk yapmaya ikna edecek ekonomik tedbiri de içinde barındırıyor.

Kadınların hangi sosyal sınıfa dahil olurlarsa olsunlar, tüm yaşamları öncelikle haneye göre planlanmış durumda kısacası. Etrafınıza bir bakın, politik veya akademik tartışmalara daha çok kim geliyor?

Duygusal emek

Halbuki kadınlar, evdeki işlerin karşılığını “sevgi” olarak bekliyorlar, zira bu emek biçimine duygusal emek denmesi de yapılma motivasyonu ve biçimi ile ilgili. Ancak bu karşılığı da alabildikleri nadir! Daha çok yapılmadığında görünür hale gelen bu işlerin yapılmamasının bedelinin olduğunu da gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde görüyoruz. Özellikle kriz dönemlerinde “krizin toplum üzerindeki psikolojik baskısı, erkekler üzerindeki (işten çıkarılma, ucuza ve kötü koşullarda çalıştırma vb.) iktidar sarsıcı etkisi ve derinleşen cinsiyet eşitsizliği sebebiyle erkek şiddeti çeşitli biçimlerde artıyor. Erkeklik krizini soğurmak için rejimin cezasızlık ve meşrulaştırma temelli kadına yönelik şiddet politikaları derinleşiyor. Bu krizle birlikte muhafazakar ve aile temelli-erkeği güçlendiren politikalar yoğunlaşıyor.”(8)

Kadınların evdeki görünmeyen emeğinin üzerinden yapılan tasarruflar da elbette görünmez. Zira bu tasarrufların ve hane içi emeğin muazzam rolü ile elde edilen mülkler yine erkeğe ait. Hatta erkeğin dışarıdaki çalışmasının bir eseri ve bir sonucu yani erkeğin parasıyla alınmış olduğu fikrinin genel kabul görmesi kadınların en büyük tuzağı. Mülk olsun olmasın ev bütçesinin erkek tarafından yönetilmesi ve kadının kişisel gereksinimlerinin erkeklerden izin alınarak karşılanması erkeğin kadının emeğini sömürmesinin başka bir versiyonu. Zira, boşanmak isteyen erkeğin eşine haber bile vermeden mülkleri elden çıkarması, çocukların bakım sorumluluğu dahil tüm kadının tüm hayatının boşanma sonrası dahi erkekten bağımsızlaşamaması da sözkonusu “sevginin” aldığı başka biçimler olsa gerek.

Üçüncü olarak yine yapılan araştırmalar evli erkeklerin kariyerlerinden bekar erkeklere göre daha çabuk yükseldiğini; ancak evli kadınların, bekar kadınlara göre daha fazla bariyere sahip olduğunu gösteriyor. Bu da hem kazancı etkiliyor hem de işe dair gelecek güvencesini. TÜİK’in aşağıdaki tablosu, kadın ve erkek işgücünün eğitim durumları ve medeni hallerine göre işgücüne katılım oranlarını veriyor. Bahsi geçen durum ise son derece açık. Evli erkeklerin işgücüne katılımı en yüksek oranda seyrederken, evli kadınların ki şaşırtıcı olmayacak biçimde en düşük oranlara sahip. Zira erkeklerin istihdamdaki varlığı, kadınların karşılığı ödenmeyen emeği ile son derece bağlantılı.

Sonuç olarak, erkekler evlilik denilen kurumdan son derece yüksek şekilde faydalanıyorlarken kadınlar toplumsal hayatın ve ekonomi politik yapıların tüm eşitsizliklerini bu kurumun ilişkileri altında daha büyük oranda yaşıyor. Bu yüzden kadınlar erkeklerden alacaklıdır. Ancak nafaka bu düzlemde bu alacağın karşılanması veya telafi edilmesi anlamına da gelmiyor.

Nafaka nedir diye baktığımızda ise bir grup şımarık erkeğin sosyal medyada ve hükümette kopardığı fırtınanın aksime bir tablo ile karşılaşıyoruz. Yanılgılardan ilki, sadece kadınlara verilmez, boşanma sonrası ihtiyaç duyan herkese verilir. Nafakayı daha çok kadınların almasının nedeni üstte saydığım 3 gerekçe. Dahası, evliliği boyunca eğitim görmesine, çalışmasına veya hayata dair deneyim elde etmesine izin verilmemiş kadınların, hayatlarını devam ettirmeleri için, nafaka çok önemli. Evlilikleri nedeniyle kaybettikleri hayatlarını geri kazanmaları için bir başlangıç. İkinci yanılgı ise süresizlikle ilgili. Nafaka, “ekonomik gücü olmayan eşe, ekonomik durumu düzelene/iş bulana kadar bağlandığı bir uygulama ve ortalama aylık 300 TL.

Hak gaspları her zaman yalan ve talanla beraber gelir. Ancak sözkonusu olan kadın hakları olduğunda iğneyi iktidarlar, sermaye ve devlete olduğu kadar, çuvaldızı kendimize de batırmakta yarar var. Zira eşitlikçi bir hayatı hayal ederken, evdeki eşitsizlikten nemalanmak ne yazık ki mümkün.

(1)Ayrıntılı bilgi için link: http://www.radikal.com.tr/turkiye/karisini-en-iyi-doven-erkek-rekabeti-siddet-gerekcesi-1165701/

(2) Veriler için link: http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2869/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-2018-veri-raporu

(3) Veriler için link: https://www.evrensel.net/haber/338724/rakamlarla-kadinlarin-ugradigi-siddet-ve-esitsizlik-tablosu

(4) Haber için link: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/yilda-130-bin-bosanma-yasaniyor-bu-terordur-41040942

(5), (6), (7) Veriler için link: https://www.evrensel.net/haber/338724/rakamlarla-kadinlarin-ugradigi-siddet-ve-esitsizlik-tablosu

(8) Rapor için link: http://www.kuzeyekspres.com.tr/ekonomik-kriz-kiskacinda-kadin-emegi-18211yy.htm

TÜİK Verileri için link: http://tuik.gov.tr/

Ayrıntılı bilgi almak için: http://www.keig.org/kadinlarin-ekonomik-hakki-olarak-nafaka/

 

Mülteciler


Mültecileri

Dünyanın otoriter rejimler, savaş veya iklim değişikliği gibi “olağanüstü” kabul edildiği halde oldukça sık ve yaygın görülen durumlar nedeniyle, pek çok insan yerinden edilmesi, dünya sisteminin olağan halidir. Bir ülkenin ulusal sınırları içinde yer değiştirmek de ülkelerin sınırlarını geçerek göç etmek de aynı sistemin farkı parçaları. Göç etmek, yeni bir hayata başlama arzusu ile ilgili kabul edilir çoğu zaman. Halihazırdaki hayatı sürdürmek ve yeni hayatın potansiyelleri arasında bir seçim. Bir ülkenin sınırından geçtiğinizde, yeni bir yasal çerçeve, yeni bir gündelik hayat, yeni bir kültür, yeni bir dil, yeni bir topoğrafya ve iklim ve hatta yeni bir toplumsal kodlar sistemine gidiyorsunuz. Turist veya geçici görev ile gitmek ile yerleşmek üzere gitmek arasında dağlar kadar fark var.

Anthony Giddens, modernitenin doğası üzerine yazdığı eserlerde yaşanılan zamanın ve mekanın süreksizliğine ve parçalanmışlık hissi verdiğine vurgu yapar. Sözkonusu süreçleri süreksizlikler olarak nitelendirir. Marshall Berman’ın buharlaşan katılık olarak nitelendirdiği değişim ve yaşanılan mekanların kapitalizmin sürekliliğini sağlayacak şekilde iktidar ve yaşayanlar tarafından çatışmalı bir şekilde dönüştürülmesi yine aynı konseptin diğer yansımasıdır. Giddens’ın aktarımıyla zaman ve mekânın yeniden düzenlemesi ve yerinden edici mekanizmaların modernitenin önceki yerleşik kurumsal özelliklerini radikalleştirdiği ve globalleştirdiğini; bu süreçlerin gündelik hayatı ve toplumsal yapıyı da kökten dönüştürdüğünü aktarır. Zira iktidarın içinde karakterize olduğu sistem, varlığını mümkün kılan rejimleri mekansal düzeyde yaratmaktadır ve yaratılan mekansal düzenlemelerin gündelik hayatta karşılaştığı çatışmalar aracılığıyla ile kendi de dönüşmektedir.

Günümüz neoliberal düzenlemeleri, hayat boyu işgüvencesi veya mesleki yeterliliklerinin sürekliliği sorgulanır hale getirdi. Çalışma hayatındaki güvencelerin yerini esnekliğin alması, işin süresi, yapıldığı yer ve yapılma biçiminde radikal dönüşümleri gözlemlenebilir kıldı. Sabit süreli sözleşmeler, tüm sektörlerde güvenceli işlerin yerini aldı. İşlerin proje bazlı olması veya işin yapıldığı yerin dünya üzerinde herhangibir noktaya taşınabilir olması, çalışanların dünya üzerinde işe (veya iş potansiyeline) bağlı hareket etmelerinin de önünü açtı ve ulusötesi göçün konusu da kısmen bu hareketler üzerinden oluşur hale geldi. Dahası, Sennett’in pek çok eserinde bahsettiği gibi büyük oranda ‘nerede iş bulsa orada çalışmak’ üzere tüm ‘hayatını sırtında taşıyan’ bir göçmen grubu yaratmıştır. Ekonomik şartların getirdiği hareket halindeki sermaye, firmaların üretim, hizmet ve ticaret alanlarını daha uygun şartlara sahip olan ülkelere taşıması gibi, insanların da emek-güçlerini daha uygun şartlarda kiralayabilmesi şekilde ikili bir yapıyı meydana getirdi. Her iki anlamda da kapitalistlerin kar yükseltmek ve maliyetleri düşürmek hedefli olarak ülkeler arasındaki eşitsizliklerden yararlanarak mekansal olarak düzenleme yapma kabiliyetini de gösteriyor. Harvey’in mekansal ayar olarak tanımladığı bu sürecin kapitalistlerin krizlerine karşı bir cevap olabilmesi için, ülkelerin farklı düzeylerdeki eşitsizliklerinin sürdürülmesi temel koşul.

Bu kadar parçalanmış ama birbirine bağımlı hale gelmiş bir ekonomik yapı içinde, bazı devletlerin vatandaşlarının veya firmaların ticari ve üretim ağlarını devletlerin sınırlarını önemsizleştirecek kadar hızlı yer değiştirmesi, hem bir gerçeklik hem de çoğunluk için bir yanılsama. Sermayenin küresel hareketleri, yerel emek piyasalarının daha da parçalı ve bariyerli kılıyor çoğu kez, pek çok sektör için. Büyük sermaye gruplarının küresel çaptaki hareketi, yerel emek piyasalarındaki rekabeti körüklediği için, yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı, halihazırdaki cinsiyetli olarak oluşmuş yapının önemli ir dinamiği haline getiriyor. Göçmen veya mültecinin gündelik hayatı, bu yüzden normalleşmiş, doğal kabul edilmiş, sıradanlaşmış ayrımcılıklarla dolu, geçici veya kalıcı olarak bulunulan coğrafyalarda.

Geçici olarak gidildiğinde, vasıflarınızı, deneyimlerinizi, sosyal sermayenizi taşımanız beklenirken; yerleşmek üzere gidildiğinde, sınırın diğer tarafına siyasal ve sosyal varlığınız gibi deneyimlerinizi de taşımanız imkansızlaşıyor. Sadece standartlara uygun olarak belgelenmiş niteliklerinizi ve diplomalarınızı taşıyabilirsiniz ki bu da devletlerin oyun alanında belirleniyor. Halihazırda belirsizleşen ve gelecek güvenceleri yitirildiği için insani hayat sürdürme olanakları aşındırılan insanlık durumunun düğüm haline gelmiş kablolarına bir de vatandaşlık bağlarının dönüşümü ekleniyor.

Davetsiz misafirler


Göçün çeşitleri içinde en zor olan, hazırlıksız, birdenbire, davetsiz olarak gerçekleşen hali, mültecilik. Dünyada genel olarak tüm ülkelerde neo-liberalizmin yarattığı risk ve güvencesizlik koşulları ortadayken, sınırlar, mülteciler gibi hazırlıksız ve birikimsiz olarak bir başka ülkeye giden, geri dönme şansı olmayan kişiler için ayrıca zorlu. Mültecilik koşullarını oluşturan durum, ekonomik ve sosyal anlamda kayıp yaşamak ve “kaçmak” ve sığınma ile başlıyor, en baştan. Bu başlangıç ve sonrasında oluşan hukuki statünün meydana getirdiği zorluklar, mültecilerin yeni yaşamlarının ana hatlarını belirleyen süzgece dönüşüyor, dezavantajları biriktiriyor.

Mültecilerin, Hannah Arendt’in de dediği gibi, fiilen devletsiz ve dolayısıyla vatandaşlık haklarından muaf edilmiş bir toplumsal katman olması, yerleşmek üzere girdikleri devlet karşısında daha da savunmasız kılıyor. Tam bir arafta kalma hali. Dün canlı yayında türkiye televizyonlarından verilen sınırda birikmiş mülteciler, öyle açık bir göstergesi ki çıplak hayatın. Sınırda sıkışmak, iki devletin siyasi pazarlıkları arasında sıkılmak demek. İki devlet arasında sınırı oluşturan tehlikeli doğa parçalarında eksilmek demek. Sınırı aşarken “güvenlik” paradigmalarının kurşunlarına hedef olmak demek. Bitmek bilmeyen kâbusun ortasında, yaşam umudunu kaybedip, intihar etmek demek. Yaşamını sürdüremediği için kaçıp, sığınmak zorunda kalanlara, sığınacak bir yerin olmadığı söylemek ve bu dünyaya sığamadıklarını hissettirmek demek.

Etiket

Sınırdan geçebilenler için ise etikete dönüşen mültecilik, beklentiler ve görevler bütünü ile taraflardan birinin sesini duymadığımız pazarlıklarla dolu. İltica sisteminin temelde ev sahibi ülkelerin politik elitlerinin mültecilere yönelik politik üç argümantatif beklenti üzerinden şekillendiğini iddia edilmiş Matthew Gibney tarafından: kişinin savaşmak üzere ülkesine geri dönmesi; yapamıyorsa ülkesinde risk ortadan kalkınca geri dönerek, kaldığı süre boyunca öğrendiği medeniyeti, özgürlüğü taşıması; ülkeye girebilmek için beklemesi. Kurgusal bir sıranın varlığı, bekleyen ve beklediğinde hayatı duran mültecilerin önündeki bürokrasi duvarının temel argümanı. Bu bekleme sürecinde çalışma ve yer değiştirme hakları yok mültecilerin ve bu yüzden sıkça bütçedeki mali yük ifadeleri ile suçlanıyorlar. Mülteciler, adı, geçmişi, mesleği, politik kimliği ve sosyal varlığı önemsizleşen silinenler. Onlar mülteci sadece, minnet etmesi gereken ve beklediklerinde ödüllendirilecek olanlar. Onlar mülteci, ne bildiği önemsenmeden, bir çocuk gibi herşeyi yeniden öğrenecek olanlar. Yaşı önemsenmeden ve gündelik hayat deneyimi, bir güvenlik görevlisinin bile öğretmen rolüne bürünebileceği dilsizler onlar.



Peki, Agamben’in işaret ettiği üzere siyaset felsefesini yeniden inşa etmek için mültecinin figürü ve kendisinden başlatmak mümkün mü? Bir mülteci gibi, ulusal, dinsel, soydan gelen veya toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinden gelen, doğuştan edinilmiş tüm kimliklerinizden soyunup, hesaplaşıp siyaset yapamadığımız sürece, ege denizin altı ve üstü, dünyanın altı ve üstünü belirleyecek.

1 Şubat 2019 Cuma

Mekan Üretim Coğrafya

Doktora tezimin sunuşu...

Tımarhane Günlüğü


2018’e kısa bir bakış

2018 senenin son yazısında, senenin bir "gündem muhasebesini" yapmak üzere yazıya başladım. Ancak farkettim ki bir tımarhaneye dönüşen dünyanın senelik dökümünü yapmak mümkün değil. Kaldı ki Ortadoğu ve Türkiye'den bahsediyorsak, hergün yeni bir şiddet, hukuksuzluk veya savaş haberi karşımıza çıkıyor. Bu anlamda neredeyse şiddetin sürekliliği dönemin genel karakteristiği haline geldi. Türkiye'de rejimin kadın düşmanı, çocuk ve hayvanlara yönelik istismara imkan veren şiddet ortamı ve hukuksuzluk örneklerini bolca gördüğümüz gibi, devletin görevi olan sosyal hizmetleri tarikatların eline veya piyasanın hizmetine sunmasıyla yaratılan çaresizliklerin giderek hayatlarımızı yaşanmaz hale getirdiğine de şahit olduk. Çalışmaya giderken yok olan hayatlar ile çalışma koşullarının düzeltilmesini isteyenlerin hapis cezasına çarptırılmasını da şaşırmadan izledik, deneyimledik. Ne de olsa barış isteyenleri de mahkemelerde “terörist” oldukları gerekçesiyle süründürüp, pasaportlarını geçersiz yapan bir düzenin iki ucunda yer alıyordu bu durumlar. Hukukun bir adalet aracı olmak yerine, iktidarın sopasına dönüşmesinin birer uzantısıydı. Egemen, elindeki gücü kullanmak üzere insan hakları, doğa ve vatandaşlık hakları ile demokrasinin temeli olan güçler ayrılığını, KHK ile bir süredir istediği biçime dönüştürüyordu zaten. Zira aslında yok ediyordu. Diktatörlük mü faşizm mi tartışmaları ile geçti bu yıl. Kentlerdeki talan edilen belleğimiz, Kürdistan'da ve pek çok yerde doğanın tahribiyle bir arada gitti. Ortadoğu'nun yeniden dizilen taşları ve 2015 haziran seçimlerinden sonra Erdoğan'ın seçim kazanmak için keşfettiği "muzaffer komutan" edasıyla iç politikayı giderek kutuplaştırması bir arada yürüdü. Militarizmin sonuçları da halklar için oldukça ağır geçti. Geçtiğimiz Türkiye’deki ırkçılık kürt oldukları için Sakarya’da saldırıya uğrayan baba-oğul ile yeniden kendini gösterdi. Erdoğan’ın yine bir haziran seçimlerinde cumhur başkanı olarak yeniden seçilmesi, oy çalınması iddiaları ile mühürsüz oyların da geçerli sayılmasının yanı sıra, medyaya yansıyan ve cezasızlık ilkesini bozmayan silahlı gasp ile oy istenmesine kadar varsa da “adam seçimi kazanmıştı ve yüzde 52 dişlerini sıkıp, seçimlerdeki hukuksuzluğu protesto edecek endişeli kalabalıkları beklemekteydi”.

Yılın en tepki toplayan kurumu, saçmalama birincisi olarak dev bütçeli Diyanet İşleri Başkanlığı ile nefret suçu işlediği için dalga bile geçemediğimiz Akit gazetesi oldu. Zira, kadınlara şiddet karşısında “ses çıkarmayın” tavsiyesinden, “8 yaşındaki çocuklar evlendirilebilir” fetvasına, pek çok konuda ikisi görüş birliği içinde idi. Elbette RTÜK de bunları takip ederek yaşları 10’u geçmeyen çocukların bir TV programında giydiği kostümleri için “şehvet uyandırdığı” iddiasıyla ceza kesmekte gecikmedi. Yine söz konusu kurumların benzerleri de, Erdoğan’ın politikalarını eleştirmek veya hak adalet gibi kavramların biraz dillendiriyor gibi olanlara, “ekonomide kriz var” veya “döviz yükseliyor” diyenlere “Osmanlı tokadını” yapıştırmakta gecikmeyecekti, granit adalet(sizlik) saraylarının içlerinde ve dışında. Basın özgürlüğünün sınırlarını, “portakal soyarak” gösteren Erdoğan ve müsveddeleri, Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’in yaptığı bir Mussolini eleştirisini üzerine alınıp “dokundu”. 2018 yılında devlet “hayın-terorizt” nüfusunu da çok artırdı. Zira, devletin militarist politikalarını eleştirenlerin yanı sıra, boşananlar, döviz alanlar veya Erdoğan’ı sevmeyenlerin hepsi sırayla bu sıfata hak kazandı.

Ancak, baskı her zaman isyanı ve direnişi de beraberinde taşır. Fransa’da büyüyen sarı yelekliler dünyanın gidişatına bir umut olarak dururken, Türkiye’de seçim döneminin atmosferindeki heyecan ve 25 Kasım eylemlerinin herşeye rağmen direnen kadınlardan oluşan kalabalık bir grup tarafından yapılmasına pek çok örnek geliyor gözümün önüne. Önümüz günler, baskıya rağmen direnen, doğru bildiğini yapan ve korksa da umut etmekten vazgeçmeyen insanlar olduğu sürece karanlıktan aydınlığa çıkacak. Ahmet Arif’in dizelerinde filizlenen umut ile hepinize iyi seneler dilerim:

“Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip…

Nerede olursan ol,

İçerde, dışarda, derste, sırada,

Yürü üstüne üstüne,

Tükür yüzüne celladın,

Fırsatçının, fesatçının, hayının…

Dayan kitap ile

Dayan iş ile.

Tırnak ile, diş ile,

Umut ile, sevda ile, düş ile

Dayan rüsva etme beni.“

2008’den 2018’e Türkiye



Türkiye çok hızlı değişiyor. Yeni yılın ilk günlerinde bu değişimi kuşbakışı görebileceğimiz bir araştırma yayınlandı. Konda araştırma şirketinin 2008 ve 2018 yıllarında yaklaşık 6 bin kişi ile 40 ilde yaptığı hayat tarzı araştırmalarının karşılaştırılmasının verilerinden bazı ipuçları yakalamak mümkün. Öncelikle yaşanılan fiziksel mekânda çok önemli bir değişimi görebiliyoruz: Metropolde yaşayanların oranı yüzde 42’den 48’e ve kentte yaşayanların ise yüzde 24’ten 35’e çıkarken; kırda yaşayanların sayısı yüzde 34’ten 16’a düşmüş. Bunun yanı sıra, müstakil evde oturma oranı da yüzde 60’tan yüzde 30’a düşmüş, yani yarı yarıya azalmış. Apartmanda yaşama oranı yüzde 33’ten yüzde 59’a çıkmış ve doğal olarak da hanelerdeki yaşayan insan miktarı azalmış. Ancak dikkat çeken ayrıntı, insanların ev sahipliği oranının aynı şekilde azalması. Yani insanlar kente taşınırken, mülksüzleşmişler. Kırların, tarımdaki tahribatla ve doğal alanların betonlaşması ya da tarımsal alanların kentsel alana dönüştürülmesi ile yok olması demek bu aynı zamanda. Tarımsal faaliyetlerin bugünkü haline dönüşümü ile elde edilen tarımsal ürünlerin azalması, bugünlerde ithal edilen gıda ürünleri ve dövize bağlı hale gelen hayatlarımızı/besinlerimizi/bütçemizin ilişkisini deneyimliyoruz zaten. Ayrıca tarımsal faaliyetten çekilen nüfus da kentlerde işsizler ordusuna dahil oluyorlar kuşkusuz.

TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) rakamlarına göre, kadınların azalıyor da olsa hala yüzde 28’i tarımsal faaliyette çalışıyor. Çalışan kadınların yüzde 56’ı ise hizmetlerde sektöründe karşımıza çıkıyor. Erkeklerde ise durum biraz daha farklı: 2018 rakamlarına göre, erkeklerin yüzde 15’i tarımsal faaliyette iken, yüzde 22’si sanayi, yaklaşık yüzde 10’u inşaat ve yüzde 53’ü hizmetler sektöründe çalışıyor. Konda araştırmasında ise görüşme yapılan kişilerin ekonomik faaliyet alanları, şöyle değişmiş: işçilerin oranı yüzde 10’dan 8’e, çiftçiler yüzde 10’da 3’e ve ev kadınlarının (kadınlar arasında) yüzde 33’ten 26’ya düşerken; esnaflık yapanlar, özel sektör ve kamu sektöründe çalışanların oranları artmış. Hayat şartlarının giderek zorlaşması, tarımsal faaliyetlerin düzenli hayatı mümkün kılacak süreklilikten uzaklaşması ve kentsel hayatın her alanı piyasalaştıran yapısı ile daha kötü şartlar vaat etse bile kişiler yaşamak için “emek piyasasına” girmesi şart haline geliyor.

Bu oranlar Konda araştırmasında kadınların kıyafetlerini özgürce giyebilmek, makyaj yapmak veya çalışmak için erkeklerden izin almamak konusunda son 10 yılda nasıl ilerleme kaydettiği ile tutarlı veriler. Ancak TÜİK istatistiklerine göre kadınlar ile erkekler arasında cinsiyete dayalı gelir farkı da bulunuyor. Kadınlar hangi eğitimden geçerlerse geçsinler veya hangi işte çalışırlarsa çalışsınlar erkeklerden yüzde 10 ile 20 arası eksik kazanıyor. Kadınların çalışmaları erkeklerin iznine bağlı olmadığı hallerde dahi, evdeki bakım yüklerinin nasıl paylaşıldığı ile doğrudan ilişkili. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Merkezi’nin açıkladığı verilere göre 110’u göçmen ve 65’i çocuk olmakla birlikte 1923 işçinin çalışırken, alınmayan tedbirler yüzünden hayatını kaybettiğini de not etmeliyiz. Çalışma hayatı son 10 yılda sermaye için gül bahçesi haline gelirken, emekçiler için mayın tarlası neredeyse.

Konda’nın araştırmasında başka ilginç noktalar da var. Örneğin, Türkiye’de gündemi takip etmek için insanların gazete ve TV yerine sosyal medyayı kullandığı ortaya çıkmış. Gazete okuma oranı yüzde 61’den yüzde 26’ya düşmüş örneğin. Sosyal medya kullanımı ise yüzde 38’den yüzde 72’ye çıkmış. Bir diğer ilginç veri ise AKP’nin dindar ve kindar nesil yaratma iddiasının başarısızlığı ile ilgili. Dindarlık oranı, kişisel ibadetleri yerine getirme oranı gibi düşerken; kitlesel ibadetleri yerine getirme oranında artış var. Aynı zamanda kendini din ile tanımlamayanların oranı da yükselmiş. Bu anlamda kişilerin kentsel veya ticari yaşamda itibarı nedeniyle iştirak ettiği kitlesel ibadetlerin bu anlamda “gösteri” haline geldiği anlaşılabiliyor. AKP’nin yarattığı, dünyanın diğer yerlerindekine benzer şekilde yamultulmuş gerçekler üzerinden yeniden yazılan hakikat sistemi, otoriterliğinin de dayanakları bu anlamda. Sadece “vatan-millet-sakarya” ile değil “cami, inşaat ve ticaret” ile oluşan yeni sistem, gerçekler granit duvarların içinde her yankılandığında yeniden sarsılıyor.




Radikal kötülük


Karlı veya yağmurlu bir güne uyandınız, çocuklarınızı uyandırıp hazırladınız, ailenizle kahvaltı ettiniz. Evin işlerini kafanızdaki sıraya göre yaptınız, dinlenmek için kanepeye oturdunuz ve televizyonun kumandasına uzanıp, açtınız. Sıradan bir gün yaşıyordunuz, belki gergin biraz, koşuşturmacalı veya huzurlu bir gün. Televizyonda yayınlanan ise biraz farklı. Bir programda, bir aile var sıralanmış oturuyorlar. Programı daha önceden izlemeseniz bile iki haftadır tüm sosyal medya bir olaya kitlenmiş durumda. Aile kızlarının kayıp olduğu iddiasıyla programa kabul edilmiş. Programda “dedektifcilik” oynayan bir sunucu var, olayları tahtaya yazıp soruşturuyor. Olaylar biraz garip, çoğu kez sıradan, ürkütücü derecede sıradan. Zira bir ailenin hikayesinin altında ortaya çıkan gerçekler, taciz, tecavüz, çocuk istismarı, cinayet ve gasp. O kadar sıradan ki bir normal günün haber bültenlerinde farklı farklı kişilerin isimlerini veya baş harflerini gördüğümüz olayların konsantre olmuş hali sadece. O kadar şiddet ve kötülüğün ardında, bir erkeğin ailenin mülküne el koyma çabası olduğunu da görüyoruz. Bu defa cin veya adı yasaklanan hatta tabu olan doğa üstü varlıkları anlatan kelimelerden yanyana gelmiş anlamsızca cümle oluşturmuş bir dizi ses duyuyoruz hikaye olarak. Halbuki vatan millet sakarya işe yarıyor bu dönemde. Hatta uluslararası bir siyasi cinayet faili bile kendini savunurken aslında o değil de bu tarikata yakın olduğunu vurgulama ihtiyacı duyarak başlıyor cümlelerine. O kadar normalleşmiş yani.

Palu ailesinin ekranlara yansıyan, popülerleşen ve bir gösteri olarak gözaltına alınmasıyla şimdilik sonuçlanan son medya travmasından bahsettiğimi anlamışsınızdır. Yaşadığımız gündelik şiddetin popülerleşen bir sembolü olarak bu aile bana birkaç nedenle Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kitabını ve radikal kötülük kavramını hatırlattı. Şiddet gören kadınların, rıza göstermesi ve şiddet uygulayanı koruması veya başkalarına uyguladığı şiddete aracılık etmeleri nedeniyle özellikle; kötülüğe karşı direnmemeleri, “hayır” dememeleri ile. Arendt, Nazi soykırımını faillerinden bir nazi subayının davasını izlediği ve çıkarımlarda bulunduğu kitabında, günümüz kötülüğünü ve otoriterliğini çarpıcı örneklerle anlatır. Yahudiler trene bindikleri andan itibaren, çıplak insana veya insanlıktan çıkmış insana nasıl dönüşürler ve mantık, hak veya hukuk kavramlarından bahsedilemez olduğu ölçüde, sanat, adalet veya ahlaktan da bahsetmenin imkânı kaybolur. Soykırım, sistematik şiddet biçimleri gibi kişisel bencillik veya kişilerin psikolojik sorunlarının çok ötesinde tanımlanmak zorundadır. Arendt’in vurguladığı gibi “Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insanın olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de, şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu”(1). Sözün özü, dünyayı böylesi katliamlara tanık veya suç ortağı eden, kişilerin “kötü” olması ya da kötülük yapması değil, “kurbanların ve mağdurların tüm güçleriyle bu sisteme direnmekte ısrar etmemeleriydi. Ve de onlarca yıldır, bilhassa da Dreyfus davasının ertesinde Avrupa’da yükselen Yahudi düşmanlığını görmemeleri, görseler de seslerini yükselt(e)memeleriydi”(2). Kitabı değerlendiren tarihçi Primo Levi’nin, trene binenlerin köle olduğu, haklarının ellerinden alındığı, çıplak hayat dışında hiçbir şeylerinin kalmadığını vurgulamasından sonra çizdiği çerçeve çok anlamlıdır, Levi tek yol tanımlar: direnmek, “kirli sularda yüzümüzü yıkamalı, kendi ceketimizle silmeliyiz”. Hayır demekten başka çaresi yoktur kişinin, insan kalmanın şartı olarak.

Sadece mağdur veya kurban olmak da gerekmez. Zira tanıklık edilen her olayın sorumluluğunu da yeniden düşünmemizi gerektirir bu durum. Radikal kötülüğün kaynağı, bu otoriter sistemi işletenin, başkalarını suç ortağı haline getirmesi, Arendt’in deyişiyle kendilerinde “kadir-i mutlaklık” görmesidir. Yani, başkalarını önemsizleştirecek kadar önem biçmesidir insanın kendisine. Başkalarının hayatı üzerinde karar verme hakkını görmesidir. Zira katliamlara sessiz kalmanın, barış ve demokrasi fikrinde ve zikrinde ısrar etmemenin yüklediği sorumluluk sadece vicdani değildir. Kendi bedenini, açlığa yatırarak hukuksuzluğu, bir halkın varlığının rehin alınmasını protesto eden vekilimiz Leyla Güven’in; Sur, Cizre’deki yıkımlara itiraz eden aydınların; Afrin’in işgaline ses çıkaranların; kadınların uğradığı şiddet karşısında susmayanların; çocukların cinsel istismarına karşı çıkanların; savaşın yok ettiği evlerden sınırları aşmaya çalışırken denizde ölen mültecilerin ve sadece hakları uğruna değil adil, eşit ve barış içinde bir dünya isteyen herkesi bekleyen radikal kötülüğün karşısında elini kirli suya sokmaktır.

1. Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs'te, Çev: Özge Çelik, 2018, Metis Yayınları

2. Soner Sezer, "'Kötülüğün Sıradanlığı'nın Sıradanlığı", Post Dergi, 4 Aralık 2015

Kenevir Meselesi



Üç sene önce yazın, henüz Türkiye’deyken yani, bir arkadaşıma misafir oldum. Sınırdaki küçük ilçelerden birinin bir köyündeydik. Tipik Anadolu halleriyle keyifli bir sofradaydık, önce sadece hane bireyleri varken, beni görmeye köyde yaşayan başka arkadaşlar da geldi. Sofra büyüdü, yemekler büyüdü, keyif ve sohbet büyüdü. Herşey gündüz normal gibi görünüyordu. Zira gündüz çevredeki bazı yerleri hava kararmadan gezmiştik. Ahır yapılan kilise, define arandığı için deşik deşik edilen tarihi mesire yeri, yakınlardaki doğanın büyüleyiciliği, hikayelerini dinlediğim köy kahvesi… yemekte üzerine konuştuğumuz şey, yine bu çerçevedeydi. Üniversitede karşılaştığımız baskıcı tutum ve muamelenin nedenlerini coğrafyanın kendisi anlatmıştı. Sürgünler, soykırım ve katliamlar, mekânda yazılıydı görenler için. Misafirler teker teker gitti. Evin en güzel odası bana verildi, sabun kokulu yastık ve yorgana gömülüp iyi bir uyku çekmeyi planlarken, dışarıdan bir ses geldi. Bir bağırış çağırışın içinde çıkarabildiğim sadece “bu köyün kıralı benim uleyyn” oldu. Başka bir ses ise daha yüksek sesle bağırıyordu: “Allah’ı benim ne olacak” ben şok içinde pencereden bakmaya çalışırken ev sahipleri, korkup korkmadığımı kontrole geldi. Ve açıkladı: bu köyün Allah’ı bol olur. Sonra devam etti: Sümerlerden, antik Yunan ve Roma’ya hepsi isim bulurlarmış. Sonrasında jandarma geldi ve sesler kesildi diyemeyeceğim. Bu hikâye böyle geçmiyordu oralarda. Jandarma geldi, çocuklarını toplamaya çalışan aileyi taciz etti. Aile bu zehri siz dağıtıyorsunuz diye üzerine gitti Jandarma’nın. Jandarma elinde bıçakla ortalıkta tehditkâr dolaşanları değil, itiraz eden aileyi ve komşularını topladı gitti. Giderken de şöyle dedi geride kalıp izleyenlere: “demokrasi güzel bir şey olsa biz verirdik, bak çocuğun ne mutlu, biraz örnek alın…” ardından çocuk bağırdı, “bu köyün tanrısı benim!”

Kenevir konusu açılınca ilk aklıma gelen bu olmuştu.

Herkesin bildiği sır, sır değildir derler. Ancak ailelerin, milli birliklerin, sermayedar örgütlerinin veya erkeklerin kendi aralarındaki suç ortaklıkları için bu geçerli değil. Bilinir ki sol, alevi, Kürt yani muhalif ve mücadeleci mahallelerin direncini kırmak için “güvenlik görevlileri” tarafından suça göz yumulur. Hatta uyuşturucu gibi suçlar, gücü devletin silahlı gücünü arkasında bulanlarca gerçekleştirilir. İnşaat sektörünün bel kemiği olan kentsel dönüşüm projeleri için de aynı yöntem geçerlidir. Bölgeye verilen hizmetlerde aksama yaşanır önce, örneğin sokaklar karanlık bırakılır, suları kesilir, mahalle medyada kriminalize edilir ve “peynir mafyası-vari” tipler sıkça görünmeye başlar. Sonuç olarak eski mülk sahipleri, artık tehlikeli hale gelen mahallelerinden, deyim yerindeyse, kaçmaya başlarlar ve sermayeye alan açılıverir. Tüm bu süreçlerin en önemli unsuru uyuşturucudur.

Gelin kenevir bitkisinin yararlı olup olmadığı veya esrarın uyuşturucu olup olmadığı tartışmalarını kenara bırakalım. Türkiye’nin yeni ihracat olanağı olarak sunulan kenevirin, buğdayı dahi ithal ediyorken mümkün olup olmayacağı tartışmasını da kenarda tutalım. Kenevir bitkisinin yasaklanmasının tarihinin, bizzat Erdoğan tarafından yanlış aktarıldığını ise hiç dillendirmeyelim bile. Zira bunlar her zaman tekrarlanan cümleler. Ancak tüm Türkiye’de halkın itirazı, öfkesi ve isyanının her tür baskıya rağmen sürekli bir yerlerden çıktığını fark ediyoruz hepimiz. Bazen vapurda sokak müzisyenlerine uygulanan baskıyla, bazen çocuk istismarı veya öldürülen yeni bir kadınla, bazen oldukça düşük ve ulusalcı tonda muhalefet yaptığı halde mahkeme yollarına revan olan sanatçılarla veya tescilli faşistlerin ağzındaki tehditkâr köpüklerin eşlik ettiği çoğu kez birleşince bir anlam muhteva etmeyen seslerle kendini gösteriyor bu itirazlar. Zira son dönemlerde çıkarılmaya çalışılan “ruh sağlığı yasası” da insanların isyanının boğazında takılı kalmasının veya kısık sesle yakına iletilmesinin bir yansıması değil de nedir? Bir kişiye yapılan haksızlık tüm toplumu tehdit eder, denir. İktidarın asıl korktuğu, bu dışa değil de içe patlayanların sesinin toplumsal muhalefetle ve örgütlü sistem karşıtı eylemlerle birleşmesi değil mi? Uzun lafın kısası, mücadele etmek demokrasi, barış ve özgürlük için her zaman tek yolumuz, mücadele etmeyene ise kenevir var.